28 Aralık 2012 Cuma

eski köye yeni adetler.. hediyeler, süsler, mahler!

yılbaşından bana ne bana her gün yılbaşı dedikten sonra bir gecede içe sıça 10 parti mi gezmedik, year 2000 şekerleri mi atmadık, çilek tarlalarında mı koşmadık, yeri geldi hakkaten de bir şey yapmadan da durduğum olmuştu.. bunlar yabancı olmasa da yılbaşında ağaç almalar, noel köşesi hazırlamalar, evi süslemeler bana hep uzaktı sanki. amma burcu pek severmiş, böyle alışmış, hoşuna da gidermiş ışıklar, süsler, evin yeni yıla hazırlanışı. ben de bir süre sonra bunların mutlulukla ilgisi olduğuna aydınlandım sonra da yaşar ustayla aldığımız ışıkları görünce burcunun gözleri aydınlandı sonra da ev aydınlandı minik ağaç ve bir iki süsle bilge de hayli mutlu olunca anladım ki bu bir ışıma bayramı. [bilge babasındayken kendiliğinden ev süsleme olayı ve fırında sebzeli patates derken birden bir krismıs yemeğinde bulduk burcu, yaşar, ben kendimizi.. ve çektiğimiz bir fotoyu feysbuka koyduk ama bunu öbür tarafta gören bilge nasıl da içlenmişti!] mevzu hediyelere gelince irili ufaklı bir seçki işine girdik hem birbirimize hem de bilgeye.. burayı ilgilendiren irili ufağım Mahler: Symphony No.4 In G Major. irili ufaklı hediye bakarken yolum yine groove'a sami'nin yanına düştü.. oradan bir la vien rose çalan müzik kutusu, bir küçük rüya tabirleri kart destesi ve kapağını da pek beğendim için içeriğini bilmediğim halde bu albümü aldım. dükkanda bu neymiş diye dolanırken iki süper zırhlı savaşçı gördüm biri hayvani bir çekici vururken öbürü de kılıcıyla savunmada bekliyordu. sami'ye bi arkadaşı vermiş bunları, pek de sevmezmiş bu tarz figür. onlar da bize sami'nin hediyesi oldu. oh ne güzel oldu.

senfoni gayet güzel maşallah. dördüncü ve son movementında bir şarkı var: wir geniessen die himmlischen freuden yani we enjoy heaven's delights yani cennet bize güzel. hem müzik nefis, hem soprano elsie morison'ın maşallahı var, hem de sözleri kesiniz:

we enjoy heaven's delights
so can dispense with earthly things
no worldly turmoil
is to be heard in heaven:
everything lives in peace and calm.
we lead the life of angels
yet are very gay about it;
we jump and dance,
we skip and sing.
st. peter in heaven looks on

oh ne ala! sonra devam ediyor, işte kuzular, meleklerin pişirdiği nefis ekmekler, en şahane meyveler sebzeler, ne istesen var, isteyene balık isteyene geyik filan ama finali en şahanesi..

there's no music on earth
that can be compared to ours.
eleven thousand (oha!) virgins
set to dancing;
even st. ursula laughs to see it.
cecilia and her kin
are the splendid court musicians!
the angelic voices
gladden our senses,
so that everything awakes to pleasure!

17 Aralık 2012 Pazartesi

fuardan gelenler part I: son iki yılın en güzel iki şeyi: quakers & adrian younge

deform'un son utrecht plak fuarı seferinden dönüşlerinde yine yanlarında onu da alayım bunu da alayım o eksik kalmasın bunu alamazsam ölürüm tarzı plaklar vardı. birikmiş borçları da ekleyecek olunca anca altısına yazılabildik şimdilik. ilk üçü var ya kişisel tarihimde zaman yolculuğu yaptırttı bana.
sene 2003'te müzikal anlamda sonradan farkına vardığım arayışlar içindeymişim de haberim yokmuş.. blues'un ödünç alındığı rock n' roll'un yolunda köklerden uzaklaşmışım, soul'u funkafrika'yı layıkıyla tanımamışım, reggaeyi bilememişim, rap'in mtv'de çıkanını, memlekete düşenini duymuşum. emcey misali ağarmışım da ağarmışım, telefonları beyazötesi diye açar olmuşum.. neyse ki bahar geldi, ne yazık ki amerika kitle imha silahlarını bulmak için ırak'a girdi, saddam'ın heykeli devrildi, savaş başladı bizim aşk meydan savaşı ise bitti. biz de boşluktan istifade esun ve belat'la uzadık olimposa.. gündüz gezip dolanıp pelin'in karettasında baharın tadını çıkarıyorken akşam olduğunda da tarih ve mevsim dolayısıyla henüz insanlık öğüten karakterine bürünmemiş öküz barda takılıyorduk. bir akşam gittiğimizde öküz barda bir takım şeylerin döneceğini fark ettik. çok geçmeden anladık ki dönecek şeyler plaklarmış. yaklaşık 100 kişilik genç bir rus insan grubu, yanlarında turntableları, mixerleri, kolonları, plakları, visual projektörleri ve daha daha edevatlarıyla ortamlarını kurdular. ağzımız açık bir şekilde bakarken djler afro, funk, reggae, hip hop, house, techno ve hatta trance döndürüp durdular. o dj başlıyor, beriki devam ediyor, nefis görseller dağa bayıra yansırken danslar ediliyor, nefis müziğin keyfini çıkarıyorduk. elemanlardan hip hop turntablist'i ivan c a.k.a. dj vinilkin ile tanıştım ilk, dj pirumov ve dj chagin ile flammable beats diye bir oluşumun djleriydiler. bu da flammable family isimli daha büyük bir oluşumun parçasıydı. bu yanıcı ailenin içinde djler, vjler, kaykaycılar, snowboardcılar, şucular buculardan bol bol vardı. dj tiid ve dj zorkin house ve techno çalıyorlardı. tüm bu arkadaşlar böyle geziler düzenliyorlar, dünyanın denişik yerlerine soundsystemlerini alıp gidiyorlar, partilerini ravelerini yapıyorlarmış. Bunları daha uzun uzun ertesi gün carettada milkshakelerimizi içerken konuştuk ivan ve yanındakiler ile. ben de bunlara biraz türkçe rap (yeraltı operasyonu) ve anadolu rock dinlettim. dün gecenin ne kadar müthiş olduğundan bahsettik amma öküz adı gereği öküz olduğu için flammable arkadaşlar da yayaya coco jambo kafasında olmadığı için siz burda çalmayın demişler. mekan aramışlar (ki o zamanlar ne güzel ki pek seçenek yoktu) babylon town'ı bulmuşlar. o gece gittik, mekan daha büyük, hazırlıklar daha afilli, babylon town zati pek güzel, donatmışlar her yeri mumlarla, süslemişler, dev boyutta gösterimler, daha yüksek ses, insan daha ne ister, belki başka bir şeyler. insanın şakacısı puştu ya da evili her yerde olduğu için hatırladığım kadarıyla çenede şeytan sakallı, çekik gözlü, saçsız bir eleman yanıma yanaşıp bir draje tutuşturdu elime. yolladım renkli kozmonotu ama gelen giden yok, elemanlar da öteden kesiyorlar inceden. ayağı yerden kesmeyince anlattım dedi ki ivan yapar bunlar böyle şakalar sen bozma sinirini. bozdum ama o kadar da değil ki bunlarla takılmaya devam ettim. ertesi gün bu kez sahildeki merhaba cafede küçük gündüz partisi. o da güzel, gözleme ayran hip hop. dedim siz müthiş şeyler çalıyorsunuz söyleyin bana nedir bunlar?



dj chagin kardeşim orlando julius & the afro sounders, segun bucknor & his revolution, lijadu sisters, sahara all stars of jos, tunji oyelana & the benders, the funkees ve daha bir sürü mama afrikalı kardeşin ismini verdi. iştahla yazıyordum isimleri defterime. [kendisi çok konuşkan bir insan değildi ama o zamanki sevgilisi ve şimdiki karısı ve çocuğunun annesi, dünya iyisi bir insan olan sabina anlattı hikayesini seneler sonra 2009da tekrar babylon town'da karşılaştığımızda, bize nefis bir seremoniyle çay hazırlayıp ikram ederken. bizim chagin sibiryanın bir ucundan, pasifik okyanusunun kıyısında minnacık bir kasabadan kalkıp gelmiş moskovaya okuyacağım diye cebinde cüz'i bir miktar parayla.. moskovaya indiğinde plak çalan insanları görmüş, müziğe, plaklara vurulmuş, okuyacağı parayla turntable ve plaklar almış kendine ve dj chagin olmuş!] ivan da madlib'in yesterday's new quintet'ından girdi, breakestra'dan çıktı, bak mr dibbs dedi, kırmızı köşede mos def, mavi köşede roots manuva dedi, kutmasta kurt, the roots, gang starr, talib kweli & hi-tek, j-live, rjd2... baktı bunları sıralamanın sonu yok ben sana biraz label söyleyeyim, eyvallah, big dada, tommy boy, rawkus, fat beats, def-jux, rapster... doldurdum sayfaları.. iyi ki de doldurmuşum, kazıdıkça kazıdım [dig deeper] o ona bağlandı, bu şuna bağlandı. yazının başındaki ayrımda dikilmiş dururken bir yol çizdim kendime, rap alemine daldım önce, oldschool, golden age, hardcore rap neymiş dipledim. dipledikçe aşık oldum hip hop'a aşkımı paylaşmak istedim. açık radyoda bu yaka! [hep hip hop] programını yapmaya başladım, aylarca yıllarca hip hop zerk ettim ruhlara ve beyinlere... kesmedi cdler, ben de plakları ileri geri ittirmek, xfader'ı açıp kapamak istedim. önce başladım plak toplamaya, çektim zamanla iki mk5'i, xone02'yi koydum ortalarına , kafama da taktım hd25'i. hip hopla yatıp kalktıkça baktım ki aslında ben soul dinliyorum funk dinliyorum, bu kez iyice daldım onlara. bu yaka!yı hep hip hop'tan çıkarıp içine soul ve funk'ı da kattım. radyoda çaldığım müziği dışarılarda da çalmaya başladım, barda kulüpte verdim esmer şekerleri kulaklara. zaman durmadı ilerledi, o benim beyazcacık rock and roll müziklerim, o benim progresif saykedelik müziklerim de yine girdi devreye. baktım ki her şey konnekted, güzel müziğin adı yok rengi yok hepsi bir füzyon hepsi bir yahni! yani soul stew yahni!
velhasıl kelam hala bahsedemediğim son iki yılın en güzel iki şeyinden birincisi, quakers: quakers albümü müzikte sevdiğim ne varsa hepsini hip hop formunda sunan bir albüm. eğer yukarda anlattığım olaylar olmasaydı ya bu albümden hiç haberim olmazdı. ya da olurdu da ben bu kadar güzel müziğin içine dalmamış, raple de bu kadar haşır neşir olmadığım için albüm beni yorardı, bu derece yakalamazdı. tamam belki yine de aynı etkiyi yapardı, yine her türlü bayılırdım ama ben de belki flammable family'e içi tavşanlarla dolu bir şapka çıkarmak istedim. çıkardım da... selam olsun ruscanlara!



şimdi gelelim bu quakers adamlarına... bu adamlara ya sample'ını ya canını desen göz kırpmadan canlarını verirler. peki kim mi bu adamlar? herkesin içinde tanrının bir parçasının bulunduğuna inanan quakers kardeşler değiller bir kere. bunlar fuzzface lakaplı portishead'in 3 sacayağından en kıllısı geoff barrow, diğeri yine portishead'in mühendisi 7stu7 lakaplı stuart matthews ve de [vaktiyle istanbulda pek eğlenerek çaldığım kulüp beat@dirty'de bol bol döndürdüğüm (good old "girls love the way he spinz, dj wants to be like him" dayz ah!) stephanie mckay ablanın ki kendisi memlekette de pek sevilen brooklyn funk essentials'ın eski elemanı, ilk albümünü yine bizim fuzzface geoff abinin büyük ve her türlü desteğiyle çıkarmış, ikinci albümünden olan say what you feel parçasının girişindeki seslenişiyle "yo katalyst drop that beat" tanıştığım] katalyst lakaplı avustralyalı dj/prodüktör ashley anderson... abilerim piyasadaki hip hop gemilerinin yol aldığı hayal kırıklığı denizlerinde forsalık yapmaktan şişmişler, kendi dinlemek istedikleri gibi bir rap albümü yapmak için güç birliği yapmışlar. öyle de şahane rapçileri katmışlar ki bu işe, duyan gelmiş diyeceğim yanlış olacak, duyan değil çağırdıkları gelmiş: dead prez, prince po, aloe blacc, diverse, guilty simpson, med, dave dub, silverust.. altın çağdan günümüz bağımsızlarına, bu projeye ev sahipliği yapan stonesthrow'un oturmuş ve yeni artistlerine, adı sanı daha duyulmamış tiplere kadar tonla rapçi. doya doya dinleyelim diye tam 41 tane şarkı var albümde, 41 kere maşallah! dinleyen bi daha dinlesin dinlemeyen kaçırmasın quakers: quakers




ve önceki yılın bir en güzel şeyi de (başka en güzel şeylerin en güzelliğini azaltmayan bir yücelikle)adrian younge presents venice dawn: something about april. adrian kardeşim akailerle oynayan bir hip hop meraklısı iken diyor ki bunlar bana yetmiyor iyisi mi ben biraz enstrüman öğreneyim. kendisi de yatkın maşallah it gibi çalmaya başlıyor tez zamanda bas, gitar, davul, flüt, saksofon.. film çekiyor, montajlıyor. Birkaç sene evvel bir soundtrack albüm görmüştüm, black dynamite, 70lerin blaxploitation filmlerinden biri sandım, reissue'su çıkmış diye düşündüm. sonra okan ve murat'ın alanya'daki headquarterlarında bu harika filmi de izledik. meğer adrian abimiz sanki 70lerde çekilmiş gibi olan filmi hem montajlamış hem de aynı zeitgeistlıkta bir soundtrack yapmış. öyle bir soundtrack ki sampledelic hip hop prodüktörleri dalsınlar adam başı 50şer beat çıkarsınlar diye aranje edilmiş sanki şarkılar. uzun lafın kısası adrian abiniz nefis müzik yapıyor. something about the april de karanlık, sinematik bir psychedelic soul pikniği, vokaller, düzenlemeler akıl alıyor. bembeyaz progressive rock da var bardakta, italyan asansör havaları da... shaken not stirred elegantlığında, dili dolandırmadan sarhoş eden kokteyl kıvamında. fotoğraflara bak hülyalara dalmana yeter zaten ama plak da dönmeye başladı mı hülyadan çıkamıyorsun. albüm çıktığında dijitalini indirip bolca dinlemiştik ama analogmuş işte olayı. döndür plağı, aç volümü kıs gözünü vinil cankisi; düşünme yıllardan hankisi.

fuardan gelenler part II: kendi zincirini kendin şeyet, şeytanı kovala.. kötü insanlara kötü müzik yap ki onlar sado mazoyla havalana!

güzel müzik ve güzel insanlar dünyanın neresinde olursa olsunlar sanki hep yan yana duruyorlar.. yamulmuyorsam shawn lee ile murat'ın da yine birinden alıp sona'ya vermiş olduğu, sona'nın da bak bunlar gözel diyip bana vermiş olduğu music and rhythm adlı ping pong orchestra albümüyle tanışmıştım. shawn abimi çok çok çok sevdim shawn abim de müziği çok çok çok sevdiği için sevenlerini müziksiz bırakmadı, seneler içinde (bkz) ürettikçe üretti. shawn abim celestial elecric'i yapınca AM abimizle tanıştım, kendisini solo olarak da pek sevdim [hatta sevgili sevgilim sürpriz yaptı, gidip bana cihangir'deki A.K. müzikte gördüğümüz albümünü aldı]. sm ve shawn lee'nin birlikte yaptıkları albümü kendi imkanlarımla (facebook olsun, sohbetler olsun, djlik olsun) tanıttım. ozanspor'un am'e kanı kaynamışki bi gün dükkanda otururken şunlara ne gözel mix yapmışlar dedi. açılışındaki günahkarın şarkısı ve devamında bir yerindeki kendi zincirini kendin şeyet şarkılarına direkt vuruldum. yine başka bir gün ben kanapede oturmuş ayaklarımı uzatmış çalışıyorken burcu da masasında oturmuş internetten müzik karıştırıyorken nefis bir müzik çalındı kulağımıza... ismi kolay değil imiş... şu şarkı bu şarkı derken bunların bir arada bir albümde bulunduğunu buluvermiştik. now again'in Forge Your Own Chains: Heavy Psychedelic Ballads And Dirges 1968-1974 toplaması. hatırladım da bu albümü çıktığı dönemlerde merak etmiş, indirmeye çalışmıştım. ama sağ olsun now again'in bağlı olduğu nefis label stones throw albümlerinin linklerinin internette dolanmasına pek müsaade etmez hele ki albümleri yeni çıktığında.. albümü o sıra bulamayınca kovalamadım, unuttum herhalde... ama dinleyin şu şarkıları hele, böyle albüm unutulur mu hiç. neyse bu sefer albümü indirdim ve alınacaklar listesine koyduk. ozanım da sağ olsun görünce bi kendine bi dene de bana kapıvermiş, bu nefis saykedelik yumoş albüm insanın yeri geldiğinde yüzünü güldürüyor yeri geldiğinde yüreğini buruyor yeri geldiğinde kafasını iyi ediyor, amerikadan girip ingiltereden çıkıyor afrikanın üstünden geçip koreden el sallıyor. hem de now again'in bütün işleri gibi eline aldığında okunacak bakılacak bir sürü materyal sunuyor. ebrulu nefis kapağı da cabası.. great to have, a must have diyore-mi-fa-sol.




gelmiş geçmiş en süper şahanesi reggae albümlerinden birisi william sedef berat şamo ve mink monk ile yaptığımız olympos-kaş-patara-kabak gezisinde bir çeşit soundtrack olmuştu. sigarayı bırakmaya çalıştığım için diğerine abbondanzieri olduğum tüylü yolculuğumuz pek harikaydı ve yine abbondanzierilikten herhal hatırlayamıyorum şimdi başar da yanımızda mıydı. zati albüm nefis, patarayı ilk kez görmüşüm ve çölde morrison olmuşum yükselenim yengeç ve akşamüstü kumlarında binlercesi pıtır pıtır dolanmakta ve kabak'ı da ilk defa görmüşüm ve kabak körpe, etraf vahşi, saykedeliklerin henüz basmamış olmalarından kelli kartallar tepende uçuşmakta ve yediğin şeker de pek tatlı olduğu için kalp atışlarını duyabilmektesin onlar ne kadar yükseklerse zaten sen de o kadar yükseksin. işte max romeo & upsetters: war ina babylon hem arabada hem portable müzikçalarda hem de kafada sürekli çalmakta tatlı tatlı. işte sağ olsunlar bu albümün upsetter'dan bir reissuesunu yapmışlar ve ozan abi de getirmiş. oh ne ala...
cramps'i ilk duyduğum dönem çılgın gibi speed / thrash metal dinlediğim 88-89 lise başları.. eskişehirde 1980lerin başında açılan ilk avm (!) olan (ilkokul gezisi yapılmıştı orayı görmek için, sıraya girmiş, yürüyen merdiveni kullanmayı öğrenmiştik) esnaf sarayının en üst katında müzikçiler ve bilgisayar oyuncuları olduğu için en şahane kat orasıydı. ordaki dükkanlardan biri de babamın hem arkadaşıydı, hem de korsan kaset kopyalarken kullandıkları sık sık bozulan çoklu kaset çoğaltıcıyı (sanırım enlemesine 5 boylamasına 5 olmak üzere toplamda 1 player 24 kaset recorderın bulunduğu, çıplak terminatör estetiğinde, muhtemelen babamın icat ettiği bir alet) sürekli tamir eden kişi babamdı. dükkanda genç bir abi peydah oldu bir dönem, çılgın bir metal müzik arşivi olmalıydı, vitrinleri karışık kasetlerin tracklistlerini yazdığı a4lerle donattı, ağzımız açık kaldı. karışıkların yanı sıra şu adını duyup sanını bilemediğim punk müziği sordum, çok sert olduğunu düşünüyor, çok merak ediyordum. sex pistols'ın the great rock and roll swindle'ını çekti.. başka türlü bir şey beklememe rağmen memnun kaldım diye hatırlıyorum. herhalde gürültülü ve yavşak olmasından.. bir de clash'in adını duymuştum, sordum, give em enough rope kasedimle geldim eve bir süre sonra.. ama hiç memnun kalmadığımı hatırlıyorum.. işte bir de cramps çekti o dönem ama sanırım clash'in arkasına ya da başka biriyle önlü arkalı.. yarım yamalak hatırlıyorum, hangi albüm fikrim yok, ama rock and roll kafasında diye hoşuma gitmişti. yine de hiç cramps fanı olmadım hatta senelerce kovalamadım. ne zamandır ki burcuylayız bu tarz it kopuklar girer oldu eve.. daha önce deformda bazı plaklarına denk gelmiştik, burcunun aklının kaldığını görmüştüm.. bu kez yakaladım reissue sıfır toplamayı..
nofx ise 2000lerin ilk yarısında cihangirde orkunların evinde taksime çıkma öncesi bin kişilik sulukuru şenliklerinde dinlenen amerikan punk gruplarından biriydi. pek bir yeri yoktu hayatımda ama burcumun gençliğinde sevdiği zevzek bir albümmüş. pek ahım şahım bi albüm olmasa da amerikan pankının vadettiği eğlenceyi eski modadan veriyor. esas hoşuma giden tarafı şarkıların mesaj kaygısı, mesela don't drink & drive, you may spill your beer demiş.. o la la..

5 Aralık 2012 Çarşamba

almanya acı vatan adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim bazıları gelmeyi! part 1

ama bazıları da geliyor işte geç de olsa!
canım sevgilim bundan bir kadar ay önce dur şu allahın cezasına bir sürpriz yapayım da sevdiği, istediği, özlediği, beklediği plakları vinyldigital'den alıvereyim de gönlü olsun demiş. amma velakin burcu bir şeyler çevirirken tepesinde bitme adetim olduğu için dükkan ile yazışmasını gördüm ve işin sürpriz kısmı kaçtu. sonra da bekleyiş kısmı başladı. bir hafta geçti, gelen giden yoktu. apartmana bırakılan paketi çalıp giden komşular gibi, gümrüğe takılan mallar gibi karamsar fikirlerim ilk başlarda pek rağbet görmedi. henüz bir hafta olmuştu. ama zaman ilerledikçe yarimin gerilimi artar iken ben de üzerine varmamaya başlamıştım. bekleyiş üçüncü haftayı bulduğunda vinyldigital ile yazışmalar, postane ile telefon konuşmaları, inceden vazgeçişler, gelmeyeceğini, bir şekil aksilik olduğunu kabullenişler başladı. vinyldigital takibi biz burdan yaparız, eğer ki ürün gelmezse de gönderiyi tekrar yollar ya da paranızı iade ederiz dedi, içe su serpmesine serpti amma yarimin iyi niyetli sürprizinin bu noktalara gelmesi onu üzüyordu. derken bir sabah sabah tak tak tak, burcu kim bu, burcu gider kapıya, polislerin onu götürdüğünü düşünürken getirmiş işte plakları coşkusunu çok da belli edemeyen postacı. sürprizi kaçmış olsa da hiç mühimmatı yoktu artık. hhv.de'de preview'unu ilk dinlediğim anda vurulduğum, hatta uzunca bir zaman tamamını dinleyemediğim, çılgınca pikapta döndürmek istediğim renkli boyalı 10" boylarındaki sayılı gone beyond / mumbles: a duet for space in time plağı sonunda ellerimdeydi. daha önce adını duymadığım bu abiler iki ayrı prodüktör. ikisi de spiritizmaya yatkın, saykedelik kafalarla hip hop kafasını birleştiren abiler. mumbles'ı araştırırken karşıma ilk aceyalone ile 98de yaptığı müthiş a book of human league albümü çıkmıştı. [aceyalone'u ilk dönemlerine pek bayıldığım rjd2 ile yaptığı magnificient city ile tanımıştım, sonrasında acey abinin freestyle fellowship ve haiku d'Edat gibi numaraları olduğunu keşfetmiştim] bahsi geçenlere kulak kabartz:


sonrasında mumbles abim transformations/illuminations diye bir albüm yapıyor, amma ne bahtsız ki albümü çıkaracak olan zamanın leziz underground hip hop labellarından sound in color patlıyor ve işlere uzun bir ara veriyor [sitelerini aktive etmişler ama stokları eritmek için mi yoksa yeni projelere girecekler mi bilemedim], hal böyle olunca da albüm cd ya da plak olarak piyasaya çıkamıyor. bu da hayli nefis bir albüm, içinde acey ile cut chemist ile blu ile ve de akrabalar [esas adı matthew fowler (aman ha 9 numaralı tanrı ile karışmasın) olan mumbles'ın babası, amcaları, kardeşi hepsi nefesli çalan kişiler] ile featler var. ama mumbles'ın yüreğimizin tellerine kuşlar konduran esas projesi mevzumuz olan plakta da arkalı önlü buluştukları gone beyond abimiz ile birliktelikleri olan S.E.V.A. yani spirit evolves via awareness. gone beyond kardeşimiz de bu ruhani mevzularda mumblesdan geri kalmıyor hatta ismiyle müsemma ötelere gidiyor. ismi duyduktan sonra uzun süre geyiklerimizde kova, yapıştırma ya da delilik vesilesiyle akıl yitimi gibi bağlamlarda kullanmıştık. meğerse doğu kültürü ve felsefeleriyle hayli içli dışlı bir aileye doğan, asıl adı dahvin bugas olan gone beyond'un çocukluğu new york - california arasında sanatsal ve spiritüel merkezlerde geçmiş. gone beyond ismi de om gate gate para gate para sam gate bodhi svaha mantrasından geliyormuş, gone, gone, gone beyond, gone beyond the beyond, in complete enlightenment.. işte bu S.E.V.A. insanı gerçekten alıyor götürüyor götürüyor, aydınlatıyor kendine getiriyor, böyle müthiş bir albüm, saykedelik bir hip hop şaheseri, bir gün bu blogda onun da plağını aldığımızı yazarız inşallah om nama şiva!

işte gone beyond ve mumbles böyle arkadaşlar ve sonunda 500 dene basılmış picture disk plakları evimizde pikapta dönüyor. saykedelik desenler dönerken pikap masanın üstünde değil de duvarda sabit duraydı vortex'e dalıp gideydik diyor insan. plak hayli ağırca, zaten isminden de yaptığı işi belli eden özel basım hip hop plakları işiyle ilgilenen ooh that's heavy firması basmış. keşke digital download kod da koysalarmış diye hayıflandım biraz, kolayce paylaşmak için. bir de şu numbered plak olayını bilemedim, birinciyi, ilk onu filan mı almak daha şahane oluyor, yoksa milli piyango misali 9, 19, 29 mu kıymetli.. bizdekinin numerosu 350 üzerinden 337, 3+3+7 13 ediyor, aman allahmacun uğursuzluklar mı geliyor?

alamanya part 2: wutangleri mayerlama enstitüsü..

shaolin shadowboxing and the wu-tang sword style.. if what you say is true, the shaolin and the wu-tang could be dangerous! 2009'un son aylarında, sıkıntılı zamanlarda, yersiz yurtsuz 35. yaşımın sonlarında 35. chamber'ın çıkışında iken bir dünya uğursuzuna dövdürdüm wu'yu. 2 seneden uzun bir zamanda kısmen iyileşti, yapanı da kendisi de benden bol bol küfür yedi ama dövme ve de 36. chamberla beraber türlü güzellikler, beklenmedik olaylar gelişmeler girdi hayatıma. bunlar ayrı mevzu, wu-tang debut'u ve de şaheseri enter the wu-tang (36 chambers) albümünü dinlemem, çıkışı 93 yılından hayli sonraları aslında... wu'yla esas buluşmamız the w ve sonrasında iron flagle gerçekleşmişti. gravel pit olsun, hollow bones olsun, uzi olsun keza y'all been warned içime wu sevdasını soktu, ama esas aşk 36. chamber. böyle şahane bir debut, böyle birbirinden harikulade 9 mc, birbirinden şahane flowlar, nefis beatler ve özgüün stayl. albümde boş yok. burcu da demiş ki madem böyle nefis bir albüm var da neden evde yok. vermiş vinyldigital'e siparişi. tabi bunu öğrendiğimde bir tadım kaçtı çünkü yine kısa süre önce ben de aynı şeyleri düşünmüş amma velakin albümün orijinal ya da evvelki reissue'larını değil de music on vinylden çıkmış 180 gramlık remasterını almayı planlamıştım, hatta groove sami de music on vinyl getiriyordu. mov versiyonunu dinlemedim amma bizdekinin volümü hayli düşük, tertemiz, şıkır şıkır ama volümü düşük. orijinal us baskılarında mı böyle miydi bilmiyorum, olabilir, 12" singlelara yükleniyorlardı 90larda, albüm dediğin evde dinlenir, dışarıda kulüpte partide çalacaksan single al kardeşim şeklinde bir anlayış vardı ki bir bakıma doğru. öyle ya da böyle, harika bir işe imza attı yarim bunca anlattığım derdi çekip, şimdi hip hop albümler rafının son sırasında duruyor işte, biraz daha laf edersem söylenecek olan protect your neck olur bunun üzerine!




ah bu albümü ne bekledik ne bekledik.. çıkmasıyla birlikte en çok dinlenenlerden biri oluvermişti, ama plak olarak değil flac olarak bulunması bizleri pek üzüyordu. eeeen sonunda demiş ki burcu şunu da vinildijital listesine ekleyeyim de cüneytim sevinsin. ama cüneyt bu siparişi öğrenmeden bir gün önce mephisto'da plağın satıldığını görmesin mi? inceden huysuzlanmasın mı? ama çok inceden huysuzlanmış çünkü öyle ya da böyle bu albümün artık rafta diğer iki kardeşi strange arrangement ve direct to discin yanında yerini alma zamanı gelmiş geçiyormuştu. debut strange arrangement'ı dinlediğimde bestelere sözlere düzenlemelere enstrüman çalımına sounda her şeye hayran kalmıştım. kısa süre sonra mayer abi babylon'a teşrif etti, nefis bir konser verdi, hayranlığım arttı. aradan biraz daha zaman geçti ve stones throw'un direct to disc serisinin ilkinde yer aldı, ki bu direct to disc olayı canlı konser kaydından da ötesi, konser kaydedilirken direk analog masterlara aktarılıyor, ne edit yapabiliyorsun sonrasında ne de büdüt! gerçeğim 2010daki konseri ırakta dünyayı kurtardığı için kaçırmıştı, haiti dünya kurtarımı dönüşündeki kısa süreli new york aktarmasında başka bir konserin plağını getirmiş idi. bu plak hayranlığı daha da daha da artırdı çünkü babylondaki konseri katlamışlar baya eşek gibi çalıyorlar mayer abinizden şakalar makalar. sonunda da bu albüm çıktı, stones throwdan değil de universalden çıkarıyor olması biraz tadımı kaçırmıştı ama daha büyük imkanlarla çalışmak yaramış, mayer abinin 10 numara olan besteciliği ve söz yazarlığı daha da olgunlaşmış, prodüksiyon birkaç level daha atlamış, yine bir şaheser çıkmıştı ortaya.. albümde boş yok. işin aslı mayer abinizde boş hiç yok, single'ı, remix'i, featuring'i, konseri neyi varsa alın aldırın, dinleyin dinletin, biz öyle yapıyore..