29 Ocak 2014 Çarşamba

arvo part is back.. ama valiz nerede?

burcu 2013 20 eylülünde insan hakları ortak platformu için ankaraya gittiğinde inceden bi de plakform bakayım demiş, süleyman abinin dükkanı shades'e uğramış(kim bilir nasıl üzüldü geçen yaz jj cale öldüğünde, dükkanına albümünün ismini verecek kadar seviyordu herhalde, en azından bir zamanlar). kendisi bir takım insanların aksine ankara simidinin değil cimi simidinin hastası olduğu için parayı beşin bastırmış jimmy smith: bashin - the unpredictable jimmy smith albümünü alıvermiş. smith'in arkasına a yüzü için big band alıp, blue note'u geride bırakıp verve dünyasına daldığı albümün b yüzü gitar ve davullu trio şeklinde. gayet leziz, jimmy smith'in parmaklarını yirsin o derece.



Ama hikaye bunda değil de jazz reissueları arasından chet baker sextet: chet is back'i seçmesinde... chet abim çeşitli kapak versiyonları olan albümün bu baskısında traş oluyor. ünlü trük büyüğü esat c. başak samurayların her an ölme ihtimalinden ve cesetlerinin yakışıklı olması gerekliliğinden ötürü traşsız gezmediğinden bahsetmişti. yılların keşi chet baker'a sorsan cankiliği samuraylıktan sayar, ikinci bir kısa enjektör taşıyor olabilir. neyse burcu eve sevinçle dönüp valizinden goodieleri çıkardığında o sevinci kursağında bırakmak için gecikmedim ve üzerinde bu albüm bizde vardı şekerim niye arayıp sormadın yazan kılıcımı hızla çektim. evet bizde albümün 77den bir fransız reissue'su işte şu varudu. chet'in oroyin iştahıyla bekliyordu pikap iğnesini albümün grooveları, ama poşeti hiç açılmadı, hayırlı bir takas için kenarda beklemeye başladı.



aradan 4 ay ve birkaç gün daha geçmiş, burcu'nun başka bir insanlık görevi için hatay'a gitmesi gerekmişti. [aslında daha önceden gitmesi gereken bu yolculuk benim aldığım plakların yağdırdığı yıldırımlar yüzünden ertelenmişti, bkz] fakat bütün bu insanlık adına yaptığı yolculuklarında kullandığı valizi yoktu. neden mu?

gezinin ilk gününde yaralanıp aylarını hastanede komada geçiren lobna'yla 2011 mayısında tanışmıştım. ortak arkadaşımız taylan von aygır lobna'nın o sıralar işletmeye başladığı indigo lounge'de çalmam için beni aramış, ben de o mayıs ve haziran aylarında çoğu eğlenceli geçen gecelerde gözelce çalmıştım. gün gelip devran dönmüş, lobna aldığı ağır hasarlara rağmen neyse ki hayatta kalmış, komalardan çıkmış, pek çok sanatçı sepetçi arkadaşı da bu şahane insanın rehabilitasyon masraflarını karşılama amaçlı bir yardım gecesi düzenlemeye karar vermişti. taylan bu kez beni canlı müzikçilerin önünde arasında ve sonrasında çalmam için aramıştı. yine taylanla karşılaştığımız ortamlardan biri olan haldun ve yeşim'in düğününde hard diskim patladığı için sadece cdden müzik çalabiliyordum [dışarda pikap işi zaten yalan] ve gereken cdjleri uzaklarda değil deform-e ozanda bulmuştum. 13 aralık cuma gecesi geceye gitmeden burcunun valiziyle evvel ozana uğradık, [ozan yoktu, gözgülerin emre vardı, ozan valizi tam göremedi, bilemedi] cdjler ve kabloları nefis tekerlekli valize yerleştirip geceye gittik [gidince hiç cdj cd filan götürmeye gerek olmadığını bir bilgisayar ve birkaç mp3 ya da en olmadı yutup yardımıyla da bu işi çözebileceğimi anladım ama too late it was] sonrasında da cdjler bize geldi. onlarla biraz takılırım diye düşünürken işler güçler geldi, haftalar geçti, yılbaşı partisi için ozana lazım oldular, ben o sırada yılbaşı partisi için eşdostla alanyada bulunan bir düşüncesiz ayı olduğum için götüremedim.

sonunda taksime gidip cdjleri bırakabileceğim gecede muaf'ta çalıyordum, öncesinde de başçalışanı aret'in isminden dolayı aret denen çukur meyhane'de yine ozanlarla birkaç duble rakı içme niyeti vardı. taşıması dert olacak diye boş valizi ozan'ın evde bıraktık. işte o burcu o ertesi gün o valizle o defalarca gittiği hatay'da neler yaptıklarını anlatmak için o televizyon programına çıkacaktı. ve o gece o burcu tam anlayamadığım şekilde hastalanıp evimize erken dönecekti. işte o cünort olarak ben çalarken biraz daha sarhoş olacaktım. sonrasında verdiğim sözleri unutup o eş dostla yine o cdj+valiz duosunun seyahatlerine vesile olan o harddisk bozulması olayının müsebbibi düğünün damadı haldun ve yeşim'in evine gidip hoşça zaman geçirmiştim. ve işte o burcu gecenin geç ve sabahın erken saatlerinde tüm bunları o güzel burnumdan getirdikten sonra işte canlı yayındaydı:


valizin bugündü yarındı derken çukurcuma'daki evden alınamaması yetmezmiş gibi, ozan üzerine bir de moda'ya taşındı. burcunun hatay seyahati yaklaşırken kadıköyde olduğumuz bir gün ozan'ı aradık, arkaoda'da buluşmaya karar verdik. hatta ozan valizi de getirecekti ama valizin dükkanda olduğunu hatırladı. işte birkaç gün sonra hem güzelce görüşüp laflamaya hem de ankaradan gelen chet baker'ı başka bir plakla barter etmeye deform'a giderken elbette ki esas amaç valizi almaktı çünkü ertesi gece burcu hatay'a gidecekti. dükkana vardığımda ozan çıkmıştı; ne yemek yesem, o yemeği yerken ne izlesem diye düşünürken bir yandan da senelerin ardından çukur meyhane'den ayrılıp kendi mekanını açmak üzere olan aret için türkçe müzik playlisti hazırlayan tayfun dükkandaydı ve o sırada özdemir erdoğan çalıyordu.
bir yandan geyik yaparken bir yandan da valizi arıyor, deformcuların bizlerden gizleyip ebay'de sattıkları erken basım kıymetli black sabbath albümleri buluyor ama valizi bulamıyordum. sonunda ozan'ı aradım ve ozanın başka bir valizi burcu'nun sandığı, asıl valizin dükkanda olmadığı, içindeki cdjlerle birlikte karaköy'deki ha za vu zu stüdyolarına gittiği gerçekleri ortaya bir bir çıktı. kayıp valizin şarkısı da herbaliserdan geliyordu... [soru: tayfunun özdemir erdoğan çalması, benim adımın cüneyt olması ve cüneyt özdemir'in yutup sayfasında ha za vu zu videosu olmasını nasıl açıklarsınız?]


zaten baştan beri bizim bu valiz işini hiçbir engel çıkmasa bile kotarabileceğimizden şüpheli olan burcu, yeni planlarımızı dinlemek istemedi ve işyerinden bir valiz çözüverdi kendine. vaktiyle bana ankaradan döndüğünde yapamadığı jesti ona yapmaktı artık görevim. hipapçı rakçı ya da fankçı itlerin kopukların plaklarına yönelmişken birden arvo pärt, the hilliard ensemble: passio'yu görüverdim. takas edeceğim plağı bulmuştum, her şey yerli yerine oturdu.. isa'nın tutkusu babasının dediğini yapmak.. devletin tutkusu insanların kafasını patlatmak.. chet'in tutkusu oroyinli trompet çalmak.. tayfunun tutkusu yemek yerken arka sokaklar bakmak.. burcu'nun tutkusu valizini arvo pärt plaklarıyla doldurmaksa.. benim tutkum da her şeyi birbirine bağlamaktı!



23 Ocak 2014 Perşembe

allah onların evlerine ateşler salsın! uçaklarına yıldırımlar düşsün! pikapları dönmesuun!

burcu hataysız kul olmaz, hatayla sev beni diyerek hatay'a gitmek üzere katil sabiha gökçen havaalanına doğru yola koyulmuş, diğer taraftan umutsuz ev kadınları ev işlerini bitiremezken ben onların işlerini bitirmiş hava almayı hak etmiş bir insan olarak groove'dan ayırttığım plağı almaya gitmiştim. daha önce de björk: biophilia hikayesinde olduğu gibi sami'nin eline teşhir ürünü, depo artığı, kıyısı köşesi buruşuk ama içi sıfır plaklar geçmişti. bu ikinci partide benim için çok cazip mallar yoktu. illa ki vardı ama yoktu. misal zamanında yıpranmış vhs kasediyle üniversitede özel gösterim düzenlediğim led zeppelin konser filmi songs remains the same'in 4x180 gram remastered boxsetini almak anılara ihanet olmaz mıydı? [olmazdı]
gorillaz: the fall hem güzel atmosferik bi albüm [albarn albümü turnedeyken ipadinde yollarda kaydetmişti, yollar aşarken kah karavanda kah otobüste yaptığı şarkılar pencereden gördüklerinin sesli bir panoraması mıydu], hem gorillazdan zarar gelmez, hem de fiyatı uygun, hem de limited numbered edition gün gelecek bitecek, gorillasever 5000 kişiden biri de ben olayım deyu alayım dediğim lp olmuştu. dükkanda kah günümüz elektronik müziği ve jon hopkins immunity albümü, kah hayat hikayesini okuduğum (bkz yaşasa tiksineceği şekilde verilmiş kitap lansman partisi) atlantic'in "elemanı" ahmet ertegün ve kısa pantolonlu yaşlardayken yaptığı 20bin plaklık 78lik caz ve blues arşivi üzerine laflarken aslında o gün beklemediğim bir paranın az sonra elime geçeceği haberi geldi ve vinil canki kaşıntısı başladı, onun iğnesi başkadur.



cure: mixed up'ın dükkana geldiğini saminin daha önce attığı arrival listelerinden biliyordum ama fiyatından ötürü yazılmamıştım. içinde nefis miksler olduğu kadar [the walk, ki tüm zamanların en sevdiğim cure şarkılarından] sıkıcı olanları da [in between days keza tüm zamanların en sevdiğim cure şarkılarından] vardı. ama madem ki cure koleksiyonu yapıyorduk, sık da karşıma çıkmayan bu güzelliği orda bırakmaya yürek dayanır mıydı? hele de insanın ellemeye korktuğu kapağı dikkat boyalıdır deyu bağırırken?




neyse, techno-jazz (!) filan gibi konular üzerine laflayıp plakları kurcalarken güneşli bir pazar sabahında jon olmayan lordun aydınlattığı bir kiliseye bakan çok sevdiğim iki abimi gördüm. biri papikçi biri sübyancı, sun records'un medar-ı iftiharlarından johnny cash & jerry lee lewis: sunday down south plağı için arkalı önlü bir araya gelmişti. biraz dinleyince içimi huşu kapladı. aşırı dinsizliğin yarattığı boşluktan olmalı çok sesli olsun, gospel olsun, country olsun meryemli isalı müzikler evde seviliyor. vaktiyle 80lerin ortasında amerikalı anneler kızlarının makyaj malzemeleri ve saç spreyleriyle mahrem yerlerini de hunharca kullanan glamcilerden ve şeytandan, soyguncu kiliseden ve sosyal adaletsizliklerden bahseden kah çivili kah kotlu thrash metalcilerden; topunun içkisinden seksinden dinsizliğinden bıkmıştı. rahmetsiz ronald reagan'ın eşi nancy'nin desteğiyle PMRC [Parents Resource Music Centre]'yi kuran hanımlar türlü türlü dava açarken bir yandan da plak kaset ve cdlerimize Parental Advisory stickerlarını hediye etmesinin yanı sıra "white metal" da denilen christian metali pompalamıştı. düşün ki white metalin alemdarı stryper'ı bile sevmiştim [sarı siyah kostümlerine ayrıca bayılıyordum] gerçi walk the line filmindeki bir sahnede, cash grubu tennesee two ile sun records'a gidip dini şarkılarını çaldığında eleman herkes dini plak yapıyor, bana kendi müziğini çal diyordu. cash kendi şarkısıyla kontratı kaptıktan sonra dini şarkıları da kaydetmiş demek ki işte karşımdalardı...



ulan bi pazarım var dedim, plağı almaya niyetlendim. işte o sırada havada bir şeyler oldu, sami 3 plak için şaşırtıcı bir indirim yaptı. mutlu bir şekilde dükkandan çıktım, parayı alıp civardaki arkadaşlarla kurtuluş birası içmek üzerine buluşmaya yollandım ki burcudan haber geldi, uçağına havalandıktan kısa bir süre sonra yıldırım çarpmış, arızayla istanbul'a geri dönmüşlerdi. galiba johnny cash baba+oğul+kutsal ruh diye üçlü çektirmişti!

21 Ocak 2014 Salı

canki canktan vazgeçer mu ister yuro 3 küsür olsa..

valla aslında vazgeçmişti sanıyordum, elde yoktu havuçta yoktu, en son yazın yapılan düğün ve diggin seferindeki çılgın alışverişlerden sonra tek tük gelenler dışında eve plak girmez olmuştu aylarca.. bu blogtaki ilk yazılardan birinde, işte şu, dert yanmıştım geliyormuş gibi görünen ama gelemeyen freelance işler doğrultusunda koleksiyona giriyormuş gibi görünen ama giremeyen plakların durumundan... neyse ki aylar sonra bir takım işler güçlerdeki düzelmeyle gözler dönmeye başladı ve yurodaki çılgın yükselmeye rağmen junodan bi sipariş işine girdik...

yazıdan para kazanmadığım aylar boyunca [kimi zaman sıkıcı ve yorucu gelen bir] sıklıkla diskoda barda müzik çalmaya başlamıştım. kadıköydeki woodstock denen bir mekanda öner diye bir arkadaşım müzik direktörlüğü yapmaya başlamıştı. yıllar (7!) önce "müdahale" sokak sanatçıları hafriyat'ta isimli sokak sanatı üzerine olan sergi vesilesiyle tanışmıştık. bu yaka! hephiphop radyo programımın sadık dinleyicilerinden biri olan, o zamanki hafriyat sanat oluşumunun içindeki nalan ben akyaka orman kampında hippi dostlarla bir başka baharın tadını çıkarır iken telefonla arayıp açılışta çalmamı istemiş, ben de hip hop için değil oğlumu tatilimi bile keserim diyip, dönemki kız arkadaşımı da şaşırtıp yolda evine bırakarak istanbul'a düşmüştüm. işte öner de o vakitler peyote'de çalışmaktaydı ve hafriyat'a da bu açılış için teknik destek vermekteydi. neyse gözelce hipapımı çaldım, sokak sanatçıları ve önerle tanıştım. dediğim gibi seneler geldi geçti, woodstockta çalma zamanım netleşti ve yaklaştı. daha rock'n'roll bi setin uygun olacağını düşündüm, zati death'in belgeselini de yeni izlemiştim, garage beat fuzz damarlarına girdim hazırlıklar esnasında... işte o sırada taze çıkmış nefis bir toplama olan michigan meltdown volume 2: twelve more non-hits from pleasant peninsula preternaturals and water wonderland weirdos'a rastladım. ne yazık ki albümün korsan indirmesine hiçbir yerlerde rastlayamadım. o gece woodstock'ta çaldığım fuzzy ve raw şarkılar ses sisteminin biraz uydurukluğu ama asıl olarak da kulakların çiğ köfteye alışık olmamasından dolayı sadece ben ve bir iki kişinin yüreğini şenlendirdi... derken üzerinden 2,5 ay geçti ve işte o müthiş plak pikapta dönüyor. adı sanı duyulmamış yüreği ve gitarı gürültülü non-famous grupların singlelarından nefis bir toplama, türünü sevene...





woodstock çalmasından iki hafta sonra deform-e ozan'la birlikte quit'te "back-up records" adını verdiğimiz ayda 1 cumartesi çalmamızı yapacaktık. temmuzda babadoğan haldun arkadaşım teknedeki düğün partisinde müzik çalmamı istemişti. cd basamadığım, bi stick'e atacak kadar şarkı seçemediğim için koca harddiskimi aldım yanıma. burcunun şunu bir şeylere saralım uyarılarına da kulak asmadım. ordaki dj'e emanet ettiğim harddisk bozuldu, ne orada ne kikideki after'da ne de sonrasında yarım yamalak bir iki direniş dışında çalışmadı. back-up'ım olmadığından terabayt dolusu özenle seçilmiş dijital müziğim uçtu gitti. back-up records ismi işte burdan gelmişti... neyse ozan erken saatte "balearic kafalar" olarak özetlediği tatlı beatli, kimi nu-disco soundlu şeyler çalmıştı. burcu ne zaman uzaklarda olsa synthpop, italodisco müziklerine dalıyorum zati. bir hafta sonra da eski dogzstar [en eski değil] yeni monx olan mekanda, banka borçlarını kapamak isteyen ümit'in "kill the bank" etkinliğinde çalacaktım. orda çalmak için funkdisco editleri kurcalarken psychemagik ikilisiyle tanışmıştım. yaptıkları editler, remixler, trackler, miksler ve toplamalar, hepsi ayrı müthişti... ozan'ın çaldıklarıyla açılan kafalar ve bu barolarla dalıverdim evvelden girmediğim bu aleme. psychemagik: lunar escape ep böyle düştü juno sipariş listesine. nasılsa çalacak yer bulamıyorum, zaten paralar da kısıtlı diye iyice kesmişken single,maxi,ep alışverişlerini bass purr'a sahip olmak cazip geldi. umarım çalmak kısmet olacağuiz.

işte her şey de böyle djing connected oluyo böyle üstüste çalınca. çünkü monx'ta insan açısından verimsiz ama müzik açısından verimli bir gece geçirmiştim. istediğim seti çaldım. benden sonra da fuse boogie mahlaslı, 80lerden gelmiş rus kılıklı bi bro çalıyordu. ertesi gün kontak kurdu, radiofildeki programına guest mix hazırlamamı istedi, discosmos diye bir miks hazırladım, keyfim yerindeydi. 5 gün sonra quit'te bu sefer tek çalacaktım. psychemagik'in yarısı dan mclewin'in en kıymetli rare recordlarından bir seçme yapıp anlattığı bir videoya denk geldim yutupta. ordan psychedelik ve progressive bir gaza gelim oldu ve quitteki acayip kafalar isimli gecemi bu tarzda yapmaya karar verdim. kosmic disko da çalarım acid rock da diye planlarken hadi biraz da reverb/surf dünyasına dalayım, vokalsiz şeyler çalayım demiş ve dalmışım net-digginge. ve man or astro-man'ın son albümünün ne de müthiş olduğunu keşfettim. gecede çalamadım ama dinleyince burcunun da u ye tepkisi vermesiyle man or astro-man?: ‎defcon 5...4...3...2...1 albümünü siparişe kattık. iyi ki de kattık ama anlamadığım albüm kapağında üst tarafta gözüken grup ve albüm isminin olduğu muhtemelen insert banner yok bizimkinde... belki sınırlı sayıda bi ilk basımda mı vardı bilemedim. pek de iplemedim. albüm baya sıkı, kafayı gözü yarar, kayıt da nefis, mp3ünü indirmiştim, parlak hali biraz sıkıcı, go for vinyl.


at last but not least, tame impala: innerspeaker albümünü o kadar çok dinledik ki vaktiyle sanırım tame impala'yı biz meşhur ettik. ikinci albümlerine ısınamama sebebimiz aşırı beatles olması mı bi ince komerşıl bi hallerin olması mı yoksa bizim ilk albümü çok sevmemiz mi bilemiyorum. e madem bayılıyodunuz da bunca zamandır aklınız nerdeydi dersen cevabı fikret verir, her gecenin sabahı, her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı, benim dermanım yok.